9 Mayıs 2012 Çarşamba

Baharda Akdeniz Başkadır 2

Çıralı'dan sonra nereye gideceğimizi nerede kalacağımızı bilmeden düştük yine yollara. Öncelikle Noel Baba Kilisesi'ne uğradık. 


Klasik Noel Baba imajından oldukça uzak bir Noel Baba'ydı gördüğümüz. Burası özellikle protestanlar için kutsal kabul edilen bir yer olduğu için sanırım, çocukların ilgisini çekebilecek ya da "batılı" Noel Baba imajını anımsatacak hiçbir öğe bulunmuyor. Can buranın Noel Baba'nın yaşadığı yer olduğuna inanmak istemedi. 


Hal böyle olunca, Noel Baba, çok sevdiği ve koruyucusu olduğu çocukların oldukça uzağına düşmüş. Can kilisenin içinde durmak bile istemedi. Tavandaki fresklerin günümüze hiç bozulmadan ulaşabilmiş olması hayret vericiydi.

Ancak dış avludaki sütunlar ve tabletler çok korunmasız ve bakımsızdı. Hatta Can'ın bu sütunların üzerinde rahatça dolaşmasına engel olacak hiçbir koruma yoktu. 

Kiliseden çıktıktan sonra, dışarıda hediyelik eşya satan dükkanları dolaştık. Genelde dini öğelerin öne çıktığı eşyalardı satılanlar. Yine çocuklara yönelik seçenekler çok azdı ve fiyatlar gerçekten fahişti. 

Burasını da görmüş olduk diyerek yolumuza devam ettik. 

Tatilin buraya kadar olan kısımda, dolaştığımız yerlerdeki tenhalık gözümüzü fazlasıyla korkuttuğu için mutlak duraklarımızdan biri olan Kaleköy-Kekova'yı es geçiyoruz. O kadar yolu gidip, kalacak biryer bulamamaktan korkuyoruz biraz. O kısmı başka bir tatile erteleyip Kaş'a doğru ilerliyoruz. 


Kaş'ın iskelesinde ve güzeller güzeli sokaklarında tadı damağımızda kalan mini bir tura çıkıyoruz. 
Sonra ev yemekleri yapan bir esnaf lokantasında(Yalı Restoran) en ucuzundan birşeyler yiyerek oteller bölgesine de göz atıp Kaş'tan ayrılıyoruz. 


Finike'den sonra başlayan enfes yol manzarası, Kalkan'a gelmeden yolumuza çıkan Kaputaş Plajı ile zirveye ulaşıyor. Deniz oldukça dalgalı, ufaklık da uyumak üzere olduğundan bir süre denizin rengini seyredip yola devam ediyoruz. 

Sırada Patara var. Araçların parkedildiği noktaya vardığımızda bir süre Can'ın uyanmasını bekliyoruz. 

Sonra sahile doğru uzanan tahta yol boyunca beklediğimizden çok daha kısa bir mesafe yürüyerek plaja ulaşıyoruz. Deniz dalgalı ama çok keyifli. Su oldukça sıcak. Deniz ve kum keyfimizi yapıp yola devam ederek kalacak bir yer ayarlamak üzere yeniden ayrılıyoruz. 

-FOTOĞRAF EKLENECEK-

Fethiye'de kafamıza göre bir otel bulabilmek için epeyce dolaşmamız gerekiyor. Ölüdeniz tarafında normalde kaldığımız otel(Paradise Garden) henüz açılmamış. Önce Letoon'a bakıyoruz. Fiyat çok yüksek. 

Letoon'dan dönerken, tersaneye bakan tepede bir arabanın arkasında, kokoreç ve köfte ekmek satan bir yer görüyoruz. Hoşumuza gidiyor, yemeğimizi burada yiyoruz. Hava kararıyor ve halen kalacak yerimiz yok. 



Fethiye'nin içinde, yat limanının hemen arkasındaki oteller hoşumuza gidiyor. Fiyatlar yine çok uygun değil ama makul sayılır. Bu sırada, benim gitmeden önce yaptığım araştırmaya göre aynı fiyata Kayaköy'de Misafirevi'nde kalabileceğimizi farkedip bir de oraya bakmaya karar veriyoruz. Kayaköy yoluna dönüp, köyün hemen girişinden Misafirevi'ne dönüyoruz. 
Havuz kenarında hummalı bir çalışma var. Otel boş. Otel de değil aslında, tam misafirevi. Büyükçe bir ev/konak. Ayakkabıları dışarıda bırakıp giriliyor içeriye. Alt katta bir salon var. Üst katta ise odalar yer alıyor. Konforlu odalarda banyo/tuvalet mevcut. Kalan odalar içinse ortak bir banyo bulunuyor. Ev buz gibi. Odalara içim gitse de, burada kalamayacağımızı anlayıp çıkıyorum. Odalarda minik kitaplıklar, antika eşyalar ve kocaman yataklar var. 

Bu kez, geldiğimiz yoldan dönmüyoruz, farklı bir yolu izleyip Hisarönü'ne ulaşıyoruz. Buradaki oteller de henüz sezonu açmamışlar. Ölüdeniz yolu üzerinde birkaç otel daha dolaşıp, yat limanındaki otellerde karar kılıyoruz. 
Dönüş yolu, (rezervasyon iptali ile sadece 1 gece) boş olan son odanın dolmamış olmasına dua ederek geçti. Neyse ki deniz tarafında, muhteşem bir balkonu olan köşe oda boş. Sırt çantamıza geceyi geçirmemizi sağlayacak kadar eşya alıp odamıza çıkıyoruz. Odamıza yorgunluk çayları geliyor. Balkonda manzaraya karşı keyifle yudumluyoruz. Balkonda bir masa ve 2 sandalyenin yanısıra, bir de hasır şezlong bulunuyor.  
-FOTOĞRAF EKLENECEK- 

Odada bir süre oturup yorgunluğumuzu atıyoruz ve sonra Fethiye çarşısında ve iskelede dolaşmak üzere dışarı çıkıyoruz. Çay bahçeleri oldukça dolu. Ben enfes adaçayımı yudumluyorum. Tam sevdiğim gibi, gerçek adaçayının üzerine sıcak su ekleyip bir dilim limonla getiriyorlar. 

Ertesi gün için tekne turlarına bakıyoruz. 12 adalar turu dışında bir seçenek yok. Ertesi gün de rüzgarlı görünüyor. Bütün günü teknede geçirmek gözümüzü korkutuyor. Vazgeçiyoruz. 

Ertesi sabah kahvaltıdan sonra otelden çıkıp Kayaköy'e varıyoruz. Develer ve eşekler karşılıyor bizi. 


Kayaköy'ün meydanında kurulmuş harika hediyelik eşya tezgahları var. Hele bir takı tezgahı var ki, bakmaya doyamıyorum. Ama takmadığım için almıyorum. Son zamanlarda, en azından kullanmayacağım hiçbir şeyi almama konusunda başarılıyım. 

Önce kiliseye yöneliyoruz. Sonra da köyün içine. 


Şapel'e kadar olan tırmanışı göze alamıyoruz. Belirli bir noktadan geri dönüyoruz. 

Köyün ilerisine doğru arabayla bir tur atıyoruz. Okulu muhteşem. Sonra Gemile Koyu'na iniyoruz. Orman içinde muhteşem bir yoldan iniliyor koya. Ancak tahminler tutuyor, hava oldukça rüzgarlı. Deniz fazlasıyla dalgalı. 

Kalacak bir yer ayarlamak için Ölüdeniz'e geçiyoruz. Sun City Otel'den uygun bir fiyat alıyoruz, herşey dahil. Otel denize sıfır değil, ancak Ölüdeniz'de otelde kalanların ücretsiz kullanımına açık bir plajları var. Tatilimizin geriye kalan 2 gecesini de burada geçirmeye karar veriyoruz. 

Odamıza yerleşip, Ölüdeniz Tabiat Parkı ve Plajı içerisinde deniz keyfi yapıyoruz. Sanırım 23 nisan haftası olduğundan, yurtdışından gelmiş çok sayıda öğrenci grubu var. İnanılmaz kalabalık. 


Ben minicik deniz kabuklarından topluyorum. Eşim denize giriyor. Gözlükle deniz dibini incelerken bir kılıç balığına rastlıyor. Yanımızdaki kızlar buldukları deniz yıldızını inceliyor. 

Akşam yemekten sonra Ölüdeniz çarşısında turluyoruz. Ertesi gün, sabah henüz havuzda kimse yokken hau keyfi yapıyoruz. Öğleden sonra da Sun City'nin Ölüdeniz'in en arka ucunda yer alan koyunda geçiyor gün. 


Eşim kıyıda bir yengeç buluyor. Denizin içinde de bir deniz yıldızı. Kovamıza alıp inceliyoruz. Sonra hemen evlerine geri bırakıyoruz. Hoş bir anı oluyor bizim için. Ölüdeniz'de hayat devam ediyor :) 




Ve tatilimizi noktalıyoruz. Bir sonraki tatilimizi iple çekerek dönüş yoluna geçiyoruz. 


  





8 Mayıs 2012 Salı

Baharda Akdeniz Başkadır 1

Zor bir kıştan sonra, güneşle hasret gidermek üzere düştük Akdeniz yollarına. 
20 Nisan akşamı, kayınvalideyi hastaneye kaldırmamızın ardından, alelacele toparlayabildiğim bavullarla çıktık yola 21 Nisan Cumartesi sabahı. 
İlk durak Kemer'de Martı Myra idi. 23 Nisan'da Can'ın keyifli vakit geçirebileceği bir mini kulübü olduğu için burayı tercih etmiştik. Doğru bir tercih olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. 



21 Nisan akşam üzeri otele vardığımızda, çikolata kaplı muz parçaları ve şampanya ile karşılandık. Uzun yolculuğun ardından iyi geldi bu hoş karşılama töreni. Tatil köyü formatındaki bu minik cennette 1600 küsur çam ağacı ve aralarına serpiştirilmiş portakal ağaçları var. Özellikle akşamları dışarıdaki kokuları anlatabilmem mümkün değil. Özellikle ilk akşam resmen kokunun sarhoşluğundan döndü başım. Haftalardır bahar sarhoşluğundan dönen başım bu kez çok keyifli, çok tatlı bir hisle döndü. 
Hemen merkeze çok yakın bir noktada yer alan odamıza yerleştik. Yol boyunca sadece 1 kez durup tost yediğimiz için karnımız acıkmıştı. Akşam yemeğine kadar beklememiz gerekiyordu, ama resepsiyonu aradığımızda 5 çayının bitmek üzere olduğunu, bizim için bekletebileceklerini öğrenip rahatladık. Bir şeyler atıştırıp, etrafı dolaşmaya başladık. Sahil kenarında hummalı bir çalışma vardı, iskeleler kuruluyor, şezlonglar için sahilin yanında tahta yükseltiler ve merdivenler inşa ediliyordu. Sezonun henüz başlamadığı gerçeğiyle ilk yüzleşmemiz bu şekilde oldu. Bu sahil, bizim için özel bir yerdi, çünkü balayımızı hemen yan taraftaki Rixos'ta geçirmiştik. Çalışan işçilere 'kolay gelsin' deyip kumlara yerleştik. Denize taş attık. Bulduğumuz deniz kabuklarını "İçlerine ev yapmak isteyen küçük canlılar vardır" diyerek yerlerine bıraktık :) 

Sonra otelin içler acısı durumdaki hayvanat bahçeciğine gittik. Oldukça pis kafeslerde yaşayan papağanlar, kötü kokulu yemyeşil gölette yüzen ördekler, neredeyse hepsi uyuz olmuş tavşanlar. Bir daha uğramamak üzere uzaklaştık bu köşeden. Otele hiçbir katkısı olmadığı halde, bu hayvanlara bu eziyeti neden yaptıklarını anlayamadım. "Bakamayacaksanız almayın" kuralının oteller için de geçerli olduğunu düşündüm sadece. 
Akşam yemeği, klasik açık büfe menü şeklindeydi. Ancak rastladığım en lezzetli açık büfe yemeklerinin burada olduğunu söyleyebilirim. Ama, henüz her köşede başka bir şeyin piştiği baş döndürücü düzen başlamamıştı. Herşey daha mütevaziydi. Bir çeşit çorba, 3-5 çeşit tatlı, temel yemekler ve salata. Lezzet konusunda sorun olmadığından keyifle tamamladık yemeği. Can bey, tüm tatil boyunca sürecek "iştahsızlık" moduna daha ilk akşamdan girmişti gerçi ama çok da sorun etmedik. 

Ertesi gün kahvaltı sonrası mini kulübü ziyaret ettik. Dışarıdaki bisiklet ve arabaları, çocuk parkı, kum havuzu, içerideki her gün değişen konseptteki aktiviteleri, top havuzu, bilgisayar köşesi ve dvd izleme odaları ile şu ana kadar gördüğüm en profesyonel mini kulüptü. Ayrıca personeli de son derece ilgili ve güler yüzlüydü. Biz Can'ı tek başına bırakmayı düşünmediğimizden birlikte devam ettik aktivitelere. Mandallara takılan minik hayvancıklarımızı boyadık, kanatlarını parlak boncuklarla süsledik. 
-FOTOĞRAF EKLENECEK-
Öğlen yemeğine giderken Can'a çorba içmesi konusunda ısrarlarda bulunurken "Ben sadece yuvalama çorbası severim" dedi. Ben de "Yuh!" diye cevap verdim ancak içeride gerçek bir sürpriz bizi bekliyordu, öğlen yemeği seçenekleri arasında Can'ın çok sevdiği bulgur toplu ve nohutlu yuvalama çorbası vardı gerçekten de. Can sorun çıkarmadan yemek durumunda kaldı :) 
Öğleden sonra, hobi merkezinde muhteşem ipek boyamalar gördük. Hem eğitimini alıp hem de seçilen bir parça boyanabiliyormuş burada. Bir eşarp boyutundaki çalışma boyalar ve eğitim dahil 100 TL gibi bir rakamdı sanırım. Daha uzun süre kalacak olsak, kesinlikle denerdim. Onun yerine, ertesi gün Can ile yapmak üzere kum boyama resmimizi seçtik. Ayrıca t-shirt boyama da vardı. 

23 Nisan sabahı, Miki ve Mini'nin bizleri karşılayıp balonlar ve bayraklar dağıttığı kahvaltı sonrası yine mini kulübe gittik. Bu kez, karton tabakları ve hayvan figürlerini boyayıp birleştirerek aslanımızı yaptık. Ardından tüm çocuklara kostüm giydirildi. Kızlar çok şeker peri kızlarına dönüştü. Sadece 2 tane erkek vardı, ancak Can erkekler için hazırlanan Peter Pan kostümlerini beğenmediği için giymek istemedi. Sonra hep beraber barbekü partisi yapacakları çimenlik alana gittik. Önce biraz mini kulüp dansları yaptılar. Sonra büyük tramplenlerde zıpladılar. Bu sırada ızgaralarda köfteler, sucuklar ve hamburger köfteleri hazır edildi. Punchlar hazırlandı. Elma şekerleri getirildi. Can'la hamburgerlerimizi alıp karnımızı doyurduk. 
FOTOĞRAF EKLENECEK
Yemek sonrası için mini kulüp görevlileri bir sürü oyun hazırlamışlardı. Sandalye kapmaca, çubuk altından geçme, potaya basket atma gibi oyunlar oynadılar. Ben de yıllar sonra ilk defa elma şekeri yedim :) En son çocuklara minik ahşap oyuncaklar hediye edildi ve mini kulübe dönüldü. 
Biz kum boyama yapmak üzere oradan ayrıldık ama kum boyama pazartesi günleri kapalıymış. Ertesi gün yola çıkmadan önce yapacağımıza söz vererek olası bir krizi atlattım :)
Akşam üzeri biramı alıp sahildeki koltuklara kuruldum. Baba oğul da sahilde yürüyüşe çıktılar. Ben palmiye ağaçlarının altında, hafiften esmeye başlayan rüzgarın getirdiği hoş kokular eşliğinde huzurla oturdum. 

Ertesi sabah, hızlıca toparlandım. Can'a söz verdiğim için hemen kum boyamaya koştuk. Çamların altındaki masalarda, Can'ın seçtiği Woody resmini boyadık. Sonra da Çıralı'ya doğru yola koyulduk.
Tatilin bundan sonraki kısmı için, hiçbir otelle görüşmemiştik. Rezervasyonumuz da yoktu tatilin kalanı için. Benim kalmak için daha uygun bulduğum Çıralı'ya gittik önce. Ana yoldan Çıralı'ya saptıktan sonraki yol, Akdeniz'in baharda ne kadar güzel olduğunu gösterdi bize. Henüz yaz sıcağıyla kavrulmamış Akdeniz dağları tam bir cennet gibiydi. Her taraftan ayrı kokular yükseliyor, her köşede farklı bir renk bize göz kırpıyordu. Portakal ve limon ağaçlarının üzerilerindeki portakallar olduğu gibi duruyordu, yanısıra yeni meyvalarını müjdeleyen çiçeklerle doluydular. Gelincikler her yanı sarmıştı. Her tarafta keçiler, tavuklar, inekler görmek mümkündü. Çıralı'ya kadar, yer yer bir akarsuyun da eşlik ettiği bu yol gerçekten görsel bir şölendi benim için. İlk defa Akdeniz'in ne kadar güzel olduğunu düşündüm. 
Çıralı'ya vardığımızda, notlarım arasındaki otellerin pek çoğunun henüz hizmete açılmamış olduğu gerçeğiyle yüzleştik :) Hakkında oldukça olumlu şeyler okuduğum Güneş Pansiyon'da bir oda beğendikten ve fiyatta anlaştıktan sonra, Olimpos'a da bir göz atmak üzere geldiğimiz yolu geri döndük. Olimpos ve Çıralı sahilden 1 km'lik bir mesafe ile ulaşılabilen yan yana yerler olsa da, arabayla gitmeye kalktığınızda Çıralı'dan 7 Km'lik mesafedeki ana yola çıkıp, yaklaşık 10 km'lik bir mesafe ile yeniden sahile dönmeniz gerekiyor. Özellikle Olimpos tarafındaki yolların oldukça bozuk ve virajlı olduğunu da eklemeliyim. Biz son anda, eşimin hakkında bolca methiye duyduğu Adrasan'a doğru devam etme kararı alıp Olimpos'u es geçtik. Adrasan, bizim gördüğümüz kadarıyla methiyeleri çok da haketmeyen bir yerdi. Ama bu yöre için fazlaca erken bir dönemde orada olduğumuzdan, buralar gerçekten çok ıssızdı, belki bu nedenle bize de öyle gelmiş olabilir. Ancak, Adrasan'daki denizin Çıralı'dan farklı ve daha güzel olduğunu düşündük. Burada kalacak bir yer bulamayacağımızı düşündüğümüzden Çıralı'daki Güneş'e yerleşme kararı aldık. Bu kez Adrasan'dan Olimpos'a dönmeden doğrudan ana yola çıkan, nispeten daha düzgün bir yoldan giderek ana yola, sonra da Çıralı yoluna döndük. 


Bu sırada karnımız da oldukça acıkmıştı. Yolda Uluçınar Restoran adındaki gözlemecide mola verip közde çay ve sacda gözleme ile karnımızı doyurduk. Restoranı bir anne kız işletiyordu. Özellikle gözlemede malzeme azdı ama hamurun ve sacın lezzeti gerçekten enfesti. Yaşlı insanlar bu konuda kesinlikle daha başarılılar. 


Yemeğimizi yerken ziyaretimize gelen ördekleri sevdik. Eşim bir parça gözleme attığında yaşlı teyze bizi uyardı: "Gelen müşteriler rahatsız oluyor ördeklerden. Lütfen yiyecek vermeyin. Koca koca adamlar ördekten korktukları için kalkıp gidiyor!" Yuh diyebildim sadece. 

Yemek sonrası Çıralı'ya ulaştık ve hemen oda kahvaltı anlaştığımız pansiyonumuza yerleştik ve kumsala koştuk. Kumlarda bir süre oynadıktan sonra Olimpos'a yürümeye karar verdik. 


Yürüyüş yolunun uzun olacağını düşündüğümüzden, başlangıçta biraz serinlemek ve enerji toplamak için sahil kenarındaki restoranlardan birinde(Star Restaurant) bira molası verdik ve yolumuza öyle devam ettik. 


Olimpos'ta dağların(Musa ve Omurga Dağları) arasındaki vadide akan Akdere kenarında uzunca bir yol uzanmakta. Yol boyunca, suyun her iki yanında günümüze ulaşmayı başarmış kalıntılar yer alıyor. Işık Ülkesi Likya'nın en önemli kentlerinden biriymiş Olimpos. Ancak, kalıntılar hem suya çok yakın, hem de ormanla iç içe olduğundan oldukça yıpranmış durumda. Ama denize arkanızı dönüp, buz gibi bir akarsuyun kenarından, yukarıya doğru uzanan dağların yamacında bu eski taşlara bakmak bile içinizi ürpertmeye yetiyor. Can'ın "içime kötü bir his doldu anne" deyişi de boşuna değil aslında. 


 

Olimpos'a sahil tarafından giriş yaptığınızda, öncelikle bir mezar karşılıyor sizi. Kaptan Eudemos'a ait olan bu mezar, daha sonra bölgeye uğrayan korsanlar tarafından tahrip edilmiş olsa da üzerindeki kabartmalar halen duruyor. Üzerinde de ilginç bir şiir yer alıyor. 





"Son limana demirledi gemi, çıkmamak üzere 

Çünkü ne rüzgardan ne de gün ışığından medet var artık 

Işık taşıyan şafağı terkettikten sonra Kaptan Eudemos 

Oraya gömüldü gün misali kısa ömürlü gemisi, kırılmış bir dalga gibi."



Biraz ilerlediğinizde, ağaçların içerisinden geçerek oldukça görkemli bir tapınaktan kalan giriş kapısını görebilirsiniz. 




Bizim doyasıya dolaşma ve her ayrıntıyı inceleme imkanımız yoktu ama benim çok sevdiğim, tarihle yeşilin, yeşille suyun, dağlarla denizin birleştiği harika bir atmosferi var Olimpos'un. 



Biz ufaklığı da çok yormak istemediğimizden, Olimpos'un içine varamadan dönüş yoluna geçerek Çıralı'ya döndük. Pansiyonda kalan kişi sayısı oldukça az olduğundan akşam yemeği hazırlanmıyordu. Pansiyon sahibi sahildeki restoranları önerince, akşam yemeği için sahildeki restoranlardan birine gitmeye karar verdik. Biraz bakındıktan sonra Orange Restoran'da yemeğe karaR verdik. Aslında çipura yeme niyetiyle gitmiştik ama öğlende Star restoranda da önerilen, burada da bolca methettikleri grida balığında karar kıldık. Grida'nın yöreye özgü bir kaya balığı olduğunu söylediler ancak Ege'de de lagos anılıyor aynı balık. Selimiye, Datça ve Foça'da aynı balığı görmüştük balıkçılarda. 
Can için yoğurtlu kiriş otu söyledik. Bu ot da Akdeniz dağlarından yörükler tarafından toplanan yöresel bir otmuş. Sanırım kayınvalidemlerin Erzincan dağlarından topladıkları çiriş otu ile aynı ottu. Otların fazlaca pişmiş halini sevmediğimden ben pek hoşlanmadım ama Can bayılarak yedi.  Ayrıca ikram olarak da acılı ezme ve haydari geldi. Salata da enfesti. Kalamar tavanın sosu fazlaca galeta unlu olduğundan pek hoşuma gitmedi, ama kalamarlar yumuşacıktı. Çıralı'da dağ taş portakal olduğundan, her köşe başında taze portakal suyunu çok ucuza bulabiliyorsunuz. Can da ben de portakal suyu içtik, eşim yine bira tercih etti.
Biz atıştırmalıklarla karnımızı iyice doyurmamak için muazzam bir çaba sarfederken, hava serinledi, içeride şömine yandı. Biz şöminenin hemen yanındaki masaya kurulup gridamızı beklemeye koyulduk. Beklediğimize değen, yumuşacık ve oldukça hafif bir balıktı. Ben özellikle kokulu balıklardan fazla hoşlanmadığımdan çok severek yedim. Yanında gelen ince kıyılmış sarımsaklı, Zeytinyağlı ve maydonuzlu sos ise enfesti. İlk ızgara balık pişirdiğimizde mutlaka deneyeceğim bu sosu.      
Yemeğin üzerine yine ikram olarak meyva ve çay geldi masamıza. Şömine başındaki bu keyifli yemek hem damaklarımızda hem de hafızalarımızda hoş bir yer etti. 
Ertesi sabah, pansiyonun kahvaltısıyla devam ettik keyfimize. Biz, açık büfe kahvaltılar yerine, her şeyin tam tadında olduğu klasik kahvaltı sofralarını daha çok seviyoruz.  Güneş Pansiyondaki kahvaltı tam bizim damaklarımıza göreydi. Birer dilim lezzetli beyaz peynir, bolca yöreye ait zeytin, harika reçeller, salatalık-domates söğüş ve sahanda yumurta. 
Ha, bir de pansiyonun sevecen köpekleri :) 

Kahvaltıdan sonra, havanın ve denizin ısınmasını beklerken, oldukça merak ettiğimiz Abdal Musa'ya gitmeye karar verdik. Gerçi yola çıktığımızda, yolumuzun bu kadar uzun olduğunu bilmiyorduk ama yine de iyi ki gitmişiz :)

Abdal Musa, Hacı Bektaş'ın öğrencilerinden, Anadolu'nun en önemli ermişlerinden biri. Türbesi Elmalı'ya bağlı Tekke köyünde yer alıyor. Biz Çıralı'dan Kumluca'ya gidip, Finike'den Elmalı yönüne döndük. Kocaman bir dağı tırmanıp, yolun her iki yanından uzanan Avlan Gölü'nün ortasından geçtikten sonra Tekke köyü yoluna dönerek türbeye ulaştık. 

Burada Haziran ayında çok büyük şenlikler düzenleniyormuş. Biz biraz erken gittiğimizden, oldukça sakindi. Tekkenin bekçileri hiçbir rahatsızlık vermeden, kapının kilidini açtılar. Tekke ve çevresi oldukça bakımsız olmasına karşın, ne girişte para soran vardı, ne bir bağış kutusu, ne de birşeyler satılan bir köşe. Abdal Musa'nın ruhuna uygun bu davranış biçimi ben çok etkiledi. 
Mumlarımızı yakıp, neşeyle ötüşen kuşları selamlayarak oradan ayrıldık. 

Dönüş yolunda, Akdeniz'in önemli antik kentlerinden biri olan Arykanda'ya uğramayı planlıyorduk, ama kentin kurulu olduğu yamaç fazlasıyla dik, kalıntılar da oldukça dağınık olduğundan vazgeçtik. Öğlen saati olduğundan hava çok sıcaktı. Kentin başladığı noktaya kadar arabayla çıkıp, gerisin geri Çıralı'ya devam ettik. 

Dönüş yolunda Kumluca'nın festival açılışına denk geldik. Antalya-Finike yolu komple trafiğe kapatılmıştı. Nereden dolaşırsak dolaşalım, bir türlü yola devam edemeyince sıcaktan bunalarak arabada oturduk. Neyse ki, bir ara ardı arkası kesilmez yürüyüş kervanının yolunu kestiler de biriken araçları geçirdiler. 
Çok bunalmış ve çok acıkmış bir şekilde Çıralı'ya varıp, kendimizi Yörük Sofrası adındaki restorana attık. Sanırım yukarıda da Yörük adında bir yer var ama bizim gittiğimiz Çıralı çarşısının girişindeydi. Can, menüde cacık olduğunu öğrenince hemen kararını verdi. Biz de enfes birer ayran içtik. Öylesine bunalmıştık ki, kocaman saplı güveç kuplarla gelen ayran çok iyi geldi. Birer de gözleme söyledik. Ve akşam yemeğini de burada yeme kararı alıp denize koştuk :)
Çıralı'nın denizi öylesine berrak, rengi öylesine güzeldi ki. Ancak, sanırım her yandan akan akarsuların getirdiği dağ suları sebebiyle oldukça soğuktu. Ben cesaret edip giremedim ama ekibin kalanı tadını çıkardı. 


Deniz kenarında bolca eğlenip dondurmalarımızı da yedikten sonra, odamıza dönüp hazırlandık. Akşam Yanartaş'a gitme niyetimiz olduğundan hava daha kararmadan Yörük Sofrasına gidip yemeklerimizi söyledik. Ben enfes bir taze fasulye ile cacık, eşim alabalık, Can ise elbette mantı :) Ortaya da bir şakşuka. 

Hafiften yağmur atıştırmaya başladı biz yemek yerken. Hava da serinleyince, Yanartaş'ı bir dahaki sefere bırakıp Çıralı'nın içinde dolaşmaya karar verdik ve günü noktaladık. 
Ertesi sabah, iki gündür sabahın 5inden itibaren durmaksızını öterek sabahı haber veren komik horozla da vedalaşıp yola düştük, bir sonraki durağı bilmeden.. 

6 Mayıs 2010 Perşembe

Akçakoca (Ağustos 2009)

İstanbul'dan sadece 2 saat uzaklıkta, çok keyifli bir yer varmış, adı Akçakoca. Arada ailece İstanbul'dan kaçma isteği uyanır bizde. İşte böyle dönemlerden birinde, hadi gidip görelim şurayı dedik. Ne kadar iyi etmişiz. Sakinliğiyle gerçekten bize ilaç gibi gelen bir yer oldu Akçakoca. 2009 yılının rüzgarlı yazında, Karadeniz erkenden sezonu kapattığından denizi hakkında yorum yapamayacağım ama telaşsızca dolaşmak ve sakin birkaç gün geçirmek için kesinlikle tavsiyemdir. 
Biz sabah erkenden yola çıkıp, erken saatlerde vardık Akçakoca'ya. Yolda durup bir kahvaltı yapmaktı niyetimiz ancak yol boyunca duraklayabileceğimiz hiçbir yer bulamadık ne yazık ki. Kahvaltımızı Akçakoca'nın keyifli çay bahçelerinden birinde yaptık.
  
Akçakoca'nın merkezinde hızlıca bir tur attık önce. Modern camisi, saat kulesi, heykelleri, güvercinleri, Melen üstüne yapılmış köprücükleri ve limanıyla keyifli bir meydan burası.